Bu sorunun cevabını Üstadımız şöyle vermektedir:
Esbab-ı zâhiriye eliyle gelen nimetleri o esbab hesabına almamak gerektir. Eğer o sebep ihtiyar sahibi değilse (meselâ hayvan ve ağaç gibi), doğrudan doğruya o nimeti Cenâb-ı Hak hesabına verir. Madem o lisan-ı hal ile Bismillâh der, sana verir. Sen de Allah hesabına olarak Bismillâh de, al.
Eğer o sebep ihtiyar sahibi ise, o Bismillâh demeli, sonra ondan al. Yoksa alma. Çünkü 1 وَلاَ تَاْكُلُوا مِمَّا لَمْ يُذْكَرِ اسْمُ اللهِ عَلَيْهِ âyetinin mânâ-yı sarihinden başka bir mânâ-yı işarîsi şudur ki: “Mün’im-i Hakikîyi hatıra getirmeyen ve Onun namıyla verilmeyen nimeti yemeyiniz” demektir.
O halde, hem veren Bismillâh demeli, hem alan Bismillâh demeli. Eğer o Bismillâh demiyor, fakat sen de almaya muhtaçsan, sen Bismillâh de, onun başı üstünde rahmet-i İlâhiyenin elini gör, şükürle öp, ondan al. Yani, nimetten in’âma bak, in’amdan Mün’im-i Hakikîyi düşün. Bu düşünmek bir şükürdür. Sonra o zâhirî vasıtaya istersen dua et; çünkü o nimet onun eliyle size gönderildi.(Mesnevi-i Nuriye)
Yine Münazarat adlı eserinde,
Yahudi ve Nasara ile muhabbetten Kur’ân’da nehiy vardır. لاَ تَتَّخِذُوا الْيَهُودَ وَالنَّصَارٰى اَوْلِيَآءَ Bununla beraber nasıl dost olunuz dersiniz? sorusuna verdiği cevapta, gayr-ı Müslimlerle münasebetimize şu harika açıklama getirilir:
“….bu nehiy, Yahudi ve Nasara ile Yahudiyet ve Nasraniyet olan âyineleri hasebiyledir. Hem de bir adam zâtı için sevilmez. Belki muhabbet, sıfat veya san’atı içindir. Sâniyen: Zaman-ı Saadette bir inkılab-ı azîm-i dinî vücuda geldi. Bütün ezhanı nokta-i dine çevirdiğinden, bütün muhabbet ve adaveti o noktada toplayıp muhabbet ve adavet ederlerdi. Onun için gayr-ı müslimlere olan muhabbetten nifak kokusu geliyordu. Lâkin şimdi âlemdeki bir inkılab-ı azîm-i medenî ve dünyevîdir. Bütün ezhanı zabt ve bütün ukûlü meşgul eden nokta-i medeniyet, terakki ve dünyadır. Zâten onların ekserisi, dinlerine o kadar mukayyed değildirler. Binaenaleyh onlarla dost olmamız, medeniyet ve terakkilerini istihsan ile iktibas etmektir. Ve her saadet-i dünyeviyenin esası olan asayişi muhafazadır. İşte şu dostluk, kat’iyyen nehy-i Kur’anîde dâhil değildir. (Münazarat)
Yani, onları Yahudili veya Hıristiyan oldukları için dost edinmeyeceğiz. İslâm’ın nuruna kavuşan bir kişinin batıl dinlere ve onların mensuplarına dostluk beslemesi düşünülemez. Ancak, o kişilerle dünya işlerinde her türlü ilgi içinde bulunabiliriz; ticaret yaparız, anlaşmalar imzalarız. Bunlar onların dinlerini sevmek demek değildir. Üstadımız bu manaları işlerken şu çarpıcı örneği verir: “Ehl-i kitaptan bir haremin olsa elbette seveceksin.” İslam hukukunda ehl-i kitaptan kız alınabilir, onlarla evlenmek caizdir. Bu cevaza binaen bir Müslüman, bir Hıristiyan’la evlense onu hanımı olması cihetiyle sevebilir. Bu sevgi ayetin yasakladığı dostluğa dahil değildi. Ancak onu Hıristiyan olduğu cihetiyle, yani dininden dolayı sevemez.
Üstad, söz konusu soruya verdiği cevabın son kısmında önce “onların dinlerine çok fazla bağlı olmadıklarına” dikkat çeker, daha sonra onlarla münasebet kurmamızın iki önemli yönünü nazara verir:
Birisi, onlardan medeniyet ve terakki noktasında istifade etmemiz.
Diğeri ise, onlarla iyi geçinerek asayiş muhafaza etmemiz.