Dünyanın ıssız bir köşesinde Allah’ı duymamış bir insan sorumlu mudur? – 6. Bölüm

 

Bu sözleri uzun süren bir sessizlik takip etti. Arif Bey saatine baktı.

— Vakit hayli ilerlemiş. Hava da serinliyor. İstersen sorunun cevabını vereyim de kalkalım.

— Yoruldunuz herhalde. Sizi fazla meşgûl ettim.

— Hayır öyle düşünme. Ben bunu bir vazife telâkki ederim.

— Teşekkür ederim.

Arif Bey:

— Şunu hemen belirteyim, dedi. Bu, zannettiğin gibi, yeni bir mesele değil. Asırlar önce tartışılmış, halledilmiş, rafa kaldırılmış… Şu kadar var ki, ‘Rusya’daki işçi’ denmemiş de ‘ıssız bir dağda, cemiyet hayatından habersiz yaşayan bir adam’ denmiş… Yahut buna benzer bir başka tip üzerinde konuşulmuş.

Kur’ân-ı Kerîm’de bir âyet-i kerîme var. Meâli şöyle:

“Allah, hiçbir nefse gücünün yettiğinden fazlasını teklif etmez.” (Bakara Sûresi, 286)

Yani, her şeye taşıyabileceği kadarını yükler. Herkesi güç yetirebildiği işlerle mükellef kılar.

Teklif: “Vazife vermek; zor bir şey istemek; İlâhî emirleri yerine getirme ve yasaklardan sakınmayla görevlendirmek” mânâlarına geliyor.

Âlimlerimiz, bu İlâhî hüküm üzerinde hayli durmuşlar ve âyet-i kerîmeyi çeşitli yönlerden tefsir etmişler.

Fâkihler, bu âyeti fıkıh yönünden, kelâm âlimleri ise itikat yönünden incelemişler. Bu ikinciler, âyette geçen ‘güç yetme’ meselesini akıl yönüyle ele almış ve şu mânâda birleşmişler:

Dünyanın ıssız bir köşesinde yaşayan ve cemiyet hayatından habersiz olan bir insan, mücerret aklıyla, hangi hakikatleri bilmeye güç yetirebilirse, sadece onlardan sorumludur.

Çetin:

— Mücerret akıl mı dediniz?.. Pek anlayamadım. Biraz açıklar mısınız?

— Türkçe’sini tam olarak vermek çok zor, dedi Arif Bey… Bir peygambere muhatap olmamış kendisine İlâhî emirler ulaşmamış, rehbersiz, yalnız başına bir akıl…

İşte, böyle bir aklın ulaşabileceği saha konusunda, değişik görüşler ileri sürülmüş:

İtikat imamlarından, İmam Mâturîdî Hazretleri, “insanın, kendi aklını kullanarak bir yaratıcısının olduğunu bilmeye güç yetirebileceği” hükmüne varır. Ve onun Allah’a inanmaktan sorumlu tutulacağını, diğer iman rükünlerinden ve ibadetlerden mes’ul olmayacağını ifade eder.

Bir diğer itikat imamı olan İmam Eş’arî Hazretleri ise, böyle bir insanın, peygamber olmaksızın, Allah’ı bilmesinin de mümkün olamayacağı fikrini savunur ve bu adamın bir taşa bile tapsa necat ehli, yani kurtuluşa erenlerden olacağını söyler.

Görüldüğü gibi, her iki imamın da ittifak ettikleri esas nokta şu:

Kişi, içinde bulunduğu şartlarda, neyi bilmeye güç yetirebiliyorsa ondan sorumlu!..

Sözünü şöyle noktaladı:

— Şüphesiz, hakikati en iyi bilen Allah’tır. Onun ilmine havale ederiz.

Arif Bey, elini Çetinin omzuna vurarak:

— Bilmem, bir şeyler anlatabildim mi? dedi.

— Sağ olun. Teşekkür ederim. Cidden çok istifade ettim.

— Öyleyse kalkalım, dedi Arif Bey.

Çetin başıyla tasdik etti.

Kalktılar. Birkaç adım atmışlardı ki, Arif Bey durdu ve yolun üst tarafındaki belediye parkını göstererek:

— Bak Çetin, dedi. Şurası bir zamanlar kabristandı. Sonraları maalesef parka çevrildi… Bu da başka bir dert… Üniversite yıllarımda hep o kabristanın önünden geçerdim. Hele bir kabir vardı ki, dikkatleri fazlasıyla çekerdi. Yere doğru, otuz kırk derece eğilmiş, devrilmeye hazır vaziyette bekliyordu. Bazı haylaz gençler, onu, işi aksi giden bir tüccara, bazıları da okuldan atılmasına ramak kalmış bir öğrenciye benzetirlerdi… Allah affetsin!…

Şimdi o yan yatan kabir de yok ortada, dik duranlar da… Sanki o beldeden ölüler göç etmişler; yerlerini yeni, ölüm yolcularına bırakmışlar… Nöbet bizde Çetin!… Gel öyle şeyler konuşalım ki, ötede hesaba çekildiğimizde yüzümüz kızarmasın!.. Öyle fikirlerle dolalım ki, orada mahcup olmayalım!.. Öyle yerlere gidelim ki, sonu azaba çıkmasın!.. Öyle işler görelim ki, neticede pişman olmayalım!..

Yürümeye başladılar. Parkın çıkış kapısına kadar birşey konuşmadılar. Çetin düşünüyor, durmadan düşünüyordu. Yıllardır belki de ilk defa bu kadar düşünme fırsatı bulmuştu. Daima konuşmuş, hep anlatmış, durmadan sormuştu… Halbuki susmak, dinlemek ne güzel şeydi!..

Sessizliği bozan Arif Bey oldu:

— Cenâb-ı Hak, insanların, zerre kadar dahi olsa, yaptıkları hayır ve şerrin karşılığını göreceklerini Kur’an-ı Kerim’de bize haber veriyor. Yaratan böyle buyururken, biz bu cüz’i ilmimizle İlâhî kader ve adâlet hakkında nasıl olur da ileri geri konuşabiliriz?!..

Allah, o sonsuz ilmiyle şu semâdaki her yıldızı, her meleği bildiği gibi, zemin yüzündeki her canlıyı, denizdeki her balığı da biliyor… Denizin dibindeki yosunları da biliyor, atmosferin dibinde boy gösteren ormanları da. Bedenimizi bildiği gibi, onda dolaşan kanımızı ve o incecik nehirde yüzen alyuvarlarımızı, akyuvarlarımızı da biliyor…

Biraz durakladı:

— Ruhumuzu bildiği gibi, onda cevelan eden iyi ve kötü duygularımızı, aklımızdan geçen doğru ve yanlış fikirlerimizi de biliyor.

Elini gökyüzüne uzatarak:

— Bak şu Samanyoluna!, dedi. Bir sis nehri gibi, değil mi?.. O nehir, sayısız yıldızlardan meydana gelmiş. Dünyamızı oraya götürsek, o âlemde bir zerre gibi kalacak… Üzerinde yaşayan bu kadar bitki, hayvan ve insan görülemez, seçilemez olacak… Haddimizi bilmek istiyorsak; ya dünyamızı orada hayal edelim; yahut hayâlen oraya gidip, yeryüzüne bakalım. Bu uçsuz bucaksız kâinatta zerre kadar dahi kalmayan insanın, kaderi ve İlâhî adaleti tam olarak anlamaya kalkışmasındaki tuhaflığı görelim.

Yol ayrımına gelmişlerdi.

Arif Bey, şefkatli bakışlarla Çetini bir süre süzdü:

— Haydi Allah rahatlık versin; ağabeyine de selâm söyle, diyerek ayrıldı.

Çetin, arkasından, uzun süre hürmet ve minnet dolu bakışlarla süzdü Arif Beyi. Birkaç saatlik sohbette sanki beş-on yıl ömür sürmüştü. Kendisini o kadar olgunlaşmış hissediyordu…

Şimdi, başka bir âlemde yaşıyor gibiydi…

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.