Arif Bey gençlerin hayret dolu bakışları altında şöyle sürdürdü konuşmasını:
— Bir örnek daha vereyim, dedi. Evimizdeki eşyadan her birini bir başka mağazadan satın almışızdır. Çünkü, bunların her biri ayrı bir sanayi dalının ürünü. Koltuk, avize, halı, bilgisayar, buzdolabı… Bunların arkalarında ayrı fabrikalar, farklı tezgâhlar var. Ama bakın, kâinattaki icraatlar hiç de öyle değil:
— Kâinat tek bir fabrika. Ama, insandan tutun, milyonlarca nevi hayvana, bitkiye kadar her varlık bu fabrikada yapılıyor, dokunuyor.
Meselâ, çiçeklerin yaratılışında sebep olarak güneşin de bir payı var. Bu, neye benzer bilir misiniz? Avizenin ışığından halının desenlerinin teşekkül etmesine.
Bir iki misâl daha vereyim:
Denizlerin suları karalara tankerlerle taşınmıyor.
Lâmbamız, odamızdan bir milyon üç yüz bin defa daha büyük.
Ve odalar, lâmbanın etrafında dönüp duruyorlar.
Çetin de Murat da Arif Beyi dikkatle dinliyorlardı. Dudaklarından “enteresan”, “harika” gibi kelimeler dökülüyordu. Bazen de “bunları
hiç düşündüğümüz yok!” der gibi dudak büküyorlardı.
Arif Bey gençlerin konuya yakın ilgi duymalarından memnun kalmıştı.
— Bakın, dedi, insanın ruh âleminin ve kalp dünyasının terbiyesinde de benzer tecelliler görülüyor: Hikmetini bilemediğimiz nice olaylarla insan kalbi halden hâle giriyor. Bazen nimetlere karşı şükür hissiyle doluyor, bazen da belâ ve musibetlerle aczini çok daha iyi anlı
Bir hadis-i şerifte de şöyle buyuruluyor:yor ve Rabbine gönülden sığınıyor. Sadece Ondan yardım diliyor ve yalnız Ona güveniyor.
“Belâların en büyüğü peygamberlere, sonra evliyaya, sonra derecesine göre diğer salih kullara gelir”
Belâ, denilince “musibetlerle imtihan olmayı” anlıyoruz. Ağır imtihanların neticeleri de büyüktür. Memur imtihanıyla, meselâ kaymakamlık imtihanında sorulan sorular elbette bir değil. Birincisi ikinciden ne kadar kolaysa, ikincinin sonucu da birinciden o kadar önemli.
Demek ki, her musibeti, her hastalığı yahut her tabii afeti mutlaka bir kahır tecellisi olarak görmemek lâzım.
Sonra kitabın yapraklarını karıştırmaya başladı:
— Bakın, dedi. Bu konuda çok harika bir tespit var. Yerinden bizzat okuyalım:
“Kaderin her şeyi güzeldir, hayırdır. Ondan gelen şer de hayırdır. Çirkinlik de güzeldir.” Sözler
İnsan öncelikle kendi bedenini şöyle bir gözden geçirmeli. Her organını ayrı ayrı düşünmeli. Ve sormalı kendi kendine: Hangisinin yeri, şekli, büyüklüğü, vazifesi en güzel şekilde takdir edilmemiş?
Sonra kendi ruh dünyasına intikâl etmeli ve aynı düşünceyi o alem için de sürdürmeli. Hafıza mı gereksiz, hayal mi? Sevgi mi fazlalık, korku mu?
Beden bütün organlarıyla bir bütün teşkil ettiği ve ancak o zaman fayda sağladığı, vazife gördüğü gibi, ruh da bütün duyguları, hissiyatı ve lâtifeleriyle bir bütün. O da ancak böylece netice verebiliyor.
İnsan ruhundan, akıl ve hafızayı çekip alsanız insanlığın hiçbir fonksiyonunu ifâ edemez olur. Endişe duygusunu alsanız tembelleşir; ne dünyasına çalışır ne âhiretine. Korkuyu çıkarsanız, hayatını koruyamaz hale gelir. Sevgi hissi taşımasa, hiç bir şeyden zevk alamaz.
İşte insanın, hem bedeni hem de ruhu en güzel ve en hikmetli bir şekilde tanzim edilmiş. Buna “bedihikader” deniliyor. Aynı şekilde, insanın bir ömür boyu başından geçen hadiseler de nizamlı ve intizamlı. Buna da “mânevî kader” denilmekte.
Bedihikader, mânevî kaderden haber veriyor. Bedihikaderin her şeyi güzel olduğu gibi, mânevî kaderin de her hadisesi güzel.
Arif Bey, kısa bir süre durakladı:
— Elbette ki, cüz’i iradeyle işlenen günahlar, isyanlar hariç dedi. İnsan kendi iradesini İlâhî iradeye uygun olarak, yani rıza yolunda ve istikamet çizgisinde kullanırsa bütün fiilleri güzelleşir.
Çirkinliklerin tamamı, bu iradenin nefis yolunda, yahut şeytanın emriyle kullanılmasından doğuyor.
Kısa bir duraklamadan sonra gençlere bir soru yöneltti:
— Mânevî kaderin irademiz dışındaki tecellileri karşısında bir kul olarak bize düşen görev nedir bilir misiniz?
Sorusunu yine kendi, cevaplandırdı:
— Bu gibi hadiselerde, derhal anne rahmindeki rahimane terbiyemizi hatırlayacağız.
O dönemde İlâhî hikmet ve rahmet bizi en güzel şekilde terbiye ediyordu ve biz olanların hiçbirinin farkında değildik.
Şimdi de aynı rahmetin başka cilveleriyle yaşıyoruz.
“Allah’a karşı hüsn-ü zan ibadettir” hadisinden dersimizi tam alarak bizi o gün öylece besleyen, büyüten ve her şeyimizi en güzel şekilde tanzim eden Rabbimizin rahmetine itimat edeceğiz. Karşılaştığımız her hadiseyi bir imtihan sorusu olarak değerlendireceğiz ve nefsimizin hoşuna gitmeyen olaylarda bir rahmet tecellisi arayacağız.
Arif Bey:
— Bilmem bir şey anlatabildim mi, dedi ve sözlerini, sizler kendi iç âleminizde daha güzelini kurabilir ve şekillendirebilirsiniz, diye noktaladı.
Murat:
— Çok istifade ettik dedi. Ama bunu nefse anlatmak da oldukça zor. İnsan nefsi, güzel dendi mi kendi hoşuna giden, ona haz veren, zevk veren şeyleri anlıyor. Bunun ötesi onun için hep çirkin, hep musibet, hep belâ. Bu konuyu bu asrın insanlarına hele gençlerine anlatmak oldukça zor.
Derin bir nefes aldı. Ama, dedi, gerçek de bundan başkası değil.
Doğru söylüyorsun diye Murat’ı tasdik etti Arif Bey:
— İnsan sadece nefsini ölçü aldı mı çok yanılır. Okula gitmemek ve oyun oynamak nefsin hoşuna gider. Ama akıl bunun karşısına çıkar. İstikbâldeki güzel makamları gösterir onu oyundan vaz geçirir. Demek ki, nefis için güzel olan, akıl için güzel olmuyor.
Kalp ise apayrı bir âlem. O, iman ile nurlanırsa, her şeyi ve her hadiseyi İlâhî isimlerin birer tecellisi olarak görür. “Allah’ın bütün isimleri güzel oluğu gibi, onların bütün cilveleri, bütün tecellileri de güzeldir,” gerçeğine ulaşır. Artık bu bahtiyar kul için, çirkinlik diye bir şey kalmaz ortada. Şu var ki, bazı olaylar bizzat güzeldir, bazıları ise neticeleri itibariyle.
Arif Bey, bakışlarını âdeta boşluğa gömdü. Kısa bir dalgınlıktan sonra:
— İşte, dedi “kahrın da hoş, lütfun da hoş,” diyenler, bu makama varmış üstün insanlardır. Bu zatlar, “Allah onları sever, onlarda Allah’ı” sırrına ermişlerdir.
Çetin,
— Siz, dedi güzelliği ikiye ayırdınız. Bizzat güzel ve neticeleri itibariyle güzel diye… Bu sınıflandırmayı örneklerle biraz daha açar mısınız?