İ’lem Eyyühel-Aziz! Bir insanı yaratan Hâlık’ın, âlemi müştemilâtıyla beraber yaratmasında bir bu’d, bir garabet yoktur. Zira bir insanın yaratılışı, içerisinde bulunan eşyanın yaratılmasından ibaret olduğu gibi, âlemin de yaratılışı müştemilâtının yaratılışından ibarettir. Ve keza insan, âleme bir enmuzec ve küçük bir fihristedir. Çünki kavunun hâlıkı, çekirdeğinin hâlıkından başkası olması mümteni’dir.
Açıklama:
Fatiha Sûresinin başında, bütün âlemleri terbiye eden Allah’a hamd ederiz. Zira, bizim terbiyemiz bütün âlemlerin terbiyesiyle yakından ilgili. İnsanı yaratan ancak bütün âlemleri yaratandır, insanı terbiye eden ancak bütün âlemlerin Rabbidir. Güneşi terbiye eden kim ise gözleri terbiye eden de O’dur.
İnsanın yaratılması bütün iç organlarının yaratılmasından ve o haneye ruh verilmesinden ibaret olduğu gibi, âlemin yaratılması da onun içindeki varlıkların yaratılmasından ibarettir. Bu varlıklardan birisi de meskenimiz olan şu dünyadır. İnsanı yaratan, dünyanın Halik’ıdır, dünyayı yaratan kâinatın Halik’ıdır.
İnsanla kâinat arasındaki yakın ilgi bu şekilde nazara sunuluktan sonra, bu konuda iki ayrı misal veriliyor.
İnsan kâinatın meyvesidir, meyveyi yaratan ancak ağacı yaratan olabilir.
İnsan kâinattan süzülmüştür, kavun çekirdeğinin kavundan süzülmesi gibi. Çekirdeği yaratan ancak kavunu yaratan olabilir.
Nur Külliyatında insan-kâinat ilişkileri çokça nazara verilir. İnsanla bu âlem arasındaki ilgiye sıkça dikkat çekilir. Tâ ki kendimizi müstakil bir varlık olarak görmeyelim, arkamızda muhteşem bir âlemin bize baktığını, bize hizmet ettiğini, ihtiyaçlarımızı gördüğünü bilelim ve âlemlerin Rabbinin bu ihsanlarından gaflet etmeyelim.
Âlem büyük insan (insan-ı ekber), insan küçük âlem. İnsan kâinatın bir enmuzeci, bir özeti gibidir. Üstadın ifadesiyle, “âlemde ne varsa numunesi mahiyet-i insaniyede vardır.”
İnsanla kâinat arasında çok benzerlikler var. Birkaçını hatırlayalım:
O da Nur u Muhammedî denilen bir çekirdekten yaratılmış, biz de nutfe denilen bir başka çekirdekten.
O da safha safha büyümüş, biz de.
O, yıldızlara bölünmüş, biz organlara ayrılmışız.
Onda levh-i mahfuz var, bizde hafıza.
Onda taşlar topraklara sarılmış, bizde etler kemiklere.
Onda da akarsular var, bizde de.
Hülasa, kâinatı yaratan kim ise, bizi yaratan da O.
“Çünki kavunun hâlıkı, çekirdeğinin hâlıkından başkası olması mümteni’dir.”
Çekirdeği kavundan ayrı düşünemezsiniz, insan da kâinatsız olmaz. Ciğerlerimiz, sürekli olarak, havayla temizleniyor.
Ayağımızla toprağa bağlanmışız ve ondaki gıdalarla besleniyoruz.
Günümüz güneşle aydınlanıyor, gecemiz onun gitmesiyle karanlığa gömülüyor ve biz bu rahat ortamda istirahata çekiliyoruz.
Kâinatın ortasında gibiyiz. Çevrenin merkeze bakması gibi bu âlemde her şey bize bakıyor.
Bütün bir kâinattan süzülmüşüz; kavunun içinde yaratılan çekirdekler gibiyiz.
Üstad hazretleri, insanı bir halının merkezi nakşına benzetiyor. O nakış, halıdan uzanan iplerle dokunduğu gibi, biz de bu âlemdeki elementlerle dokunmuşuz.