“Ölmüş olanların hayatta olmadıklarını düşünmüyor.”
“Ancak sefere gidenler gibi, görünmüyorlarsa da hayattadırlar, diye zanneder.”
Bu ifadeler, o gibi kimselerin ruh haletlerinin bir tahlilidir. Bütün müminler, ölenlerin yok olmadıklarına, bize görünmeseler bile berzah âleminde hayatlarını devam ettirdiklerine inanırlar. Kendilerinin de o yolun yolcusu olduklarını unutmayarak, salih ameller işlemeye ve günahlardan sakınmaya azami hassasiyet gösterirler. Hepimiz biliyoruz ki, vefat edenlerin ruhları bedenlerinden soyunuyor. Beden çürümeye dağılmaya terk edilirken, ruh hayatiyetini devam ettiriyor. Cenab-ı Hak, ruha hayat sıfatı vermiş ve artık geri almıyor. Ruh böylece bakileşmiş oluyor.
Ruhun bekası ibka ile, yani Allah’ın bakileştirmesi ile, ondaki hayatı ebediyen devam ettirmesi ile gerçekleşiyor. Bir küçük misali şu olabilir: Lambayı yakıyorsunuz, sonra söndürmediniz mi yanması devam ediyor. Cenab-ı Hak ruha da hayat sıfatı vermiş, onu hayatla aydınlatmış. O ışığı söndürmedi mi, söndürmez, devam ettirir. Üstad Hazretleri, “Beden ruhun hanesidir” buyuruyor. Ölüm olayıyla ruh bu haneden ayrılarak, bir süre kabir aleminde elem veya saadet görecek, daha sonra “neşe-i uhra” denilen yeniden yaratılışla, ahirete münasib yeni bir beden giyecektir.
Nefsin ölüme bakışı bundan farklı. O, ölümü düşünmek istemiyor, ölenlerin şimdi dünyada olmadıklarını hatırlamaya yanaşmıyor. Onların bir sefere çıktıklarını ve sanki bir başka şehirde hayatlarını devam ettirdiklerini zanneder gibi bir gaflet ile, kendi sefih ve gayr-ı meşru yaşayışını sürdürmeye devam ediyor.
“Ve ölüme o kadar ehemmiyet vermiyor.” cümlesi onların bu tegafülünün, yani bilerek ölümden gaflet etmelerinin bir sonucu. Ölüme önem vermeyince de, hayatını sorumsuzca geçirebiliyor.
Halbuki ölüm en büyük hadise. İnsan öldü mü hiçbir şeyle alakası kalmıyor. Artık, ciğerleri nefes almıyor, gözü ışıkla irtibatını kesiyor, ağzı açılmıyor, bir şey konuşmuyor, yemiyor, içmiyor. Artık, gıda varmış, hava varmış, su varmış, güneş varmış, soğuk ve sıcak varmış; bunların hiçbiriyle insanın alakası kalmıyor. Kainattan kopuyor böylece.
Bir diş damakta iken ağızla, beyinle, sinir sistemiyle, kısacası, bütün bedenle ilgisi vardır. Ama o dişi çekip masanın üstüne koyduğunuzda artık onun için beden diye bir şey yoktur. Tek başına bir kemiktir.
Azrail aleyhisselam da ruhumuzu bedenimizden çıkaracak. Ve artık kainatla hiçbir şeyle alakamız kalmayacak. Bu büyük bir hadise. Onun için son nefeste iman ile göçmek en büyük meselemiz olmalı. Ama, elhamdülillah. Peygamberimiz müjde vermiş, “ehli iman için ölüm, cennet bahçelerinden bir bahçe”.
O halde, müminler için kabir alemi buradan daha güzel. Ruh, o alemde saadet içinde yaşıyor ve mahşeri gözlüyor. Onun için cenazeyi geciktirmek doğru bulunmamış; bir an önce, o âleme kavuşsun diye.
Üstad hazretleri ölüm hakkında, “ruhumun eskimiş yuvasından, yıldızlarda gezmek için çıktığını gösterir.” diyor.
Üstadımız nefsin kendini aldatma metotlarını sergilemeye devam ediyor:
“Bazı dünyevî işlerini ebedîleştirmek için şöyle bir desisesi de vardır ki: “Matlublarımın dünyada semereleri olmasa da, esasları âhiret ile muttasıl ve âhirette faideleri vardır. Meselâ: İlim gibi, ‘Dünyada menfaati olmasa bile âhirette faidesi vardır.’ diye iyi ciheti göstermekle, kötü ciheti altında yutturur.”
Nefis, kendini böylece teselli ediyor.
Nur Risalelerinden konumuza ışık tutacak bir cümle:
“İmân bir mânevî Tûbâ-i Cennet çekirdeğini taşıyor. Küfür ise mânevî bir Zakkum-u Cehennem tohumunu saklıyor.” Sözler (İkinci Söz)
Demek ki, cennet imanın meyvesi. Oraya girmenin ilk şartı iman. Salih ameller cennette müminin derecesini artırıyor. Bir insan bu dünyadan öte aleme imanla göçmemişse, bu dünyada işlediği faydalı işler, ilmi çalışmalar, insanların dünya hayatını daha rahat geçirmeleri için yaptığı keşifler onun cennete girmesi için yeterli değildir. Zira, temel şart ortada yoktur. Bu şart olduktan, yani kişi imanla göçtükten sonra, insanlık alemine yaptığı her hizmet bir sadaka hükmüne geçer ve onun cennetini genişlendirir, derecesini artırır.
Cehenneme girmenin de temel sebebi küfürdür, yani o azap beldesi küfrün bir meyvesidir. Dünyada işlenen güzel ameller sadece, azabın daha az tadılmasını netice verebilir. Zalim ve kibirli bir kâfirle, mazlum ve mütevazi bir kafirin cehennemdeki azapları aynı olmasa gerektir.
Üstat hazretleri bu “İ’lem”i şu cümle ile bir bakıma özetliyor:
“Hülâsa: “Nefis, devekuşu gibidir. Şeytan sofestaî, heva da bektaşîdir.”
Bu cümle üzerinde de kısaca duralım:
Metnin başında geçen şu ifadeler, nefsin niçin devekuşuna benzetildiğini açıkça gösterir: “Dünyanın zeval ve fenasının eleminden kurtulmak için âhireti düşünmekle ümidvar olur. Âhiret için lâzım olan a’mal külfetine gelince, gaflet veya tegafül ile ondan da kendisini kurtarır.”
Şeytanın; asılsız, saçma, akıldışı vesveselerle insanı aldatması Sofestailiğe benzetilmiş oluyor. Allah’a isyan edip, Adem’e (as) secde etmemesi gösteriyor ki, şeytan, Allah’ı biliyor. Ona karşı kullandığı küstahça sözleri de unutmuş değil. Ahireti de biliyor ve insanları cehenneme sevk etmek için bütün gücüyle çalışıyor. Böyle yapmakla sonunda cehenneme gideceğinin de gayet iyi farkında. Bütün bunlara rağmen yine de insanları kandırmaya, yoldan çıkarmaya çalışıyor. Sofestalilerin göz göre göre kainatı inkar etmeleri de bunun gibi bir şey.
Heva ise, insanın boş şeylerle ömür çürütüp nefsini eğlencelerle avutup oyalanmasını, kalp ve vicdanını böylece susturmasını netice veriyor.