Arif Bey gençleri candan ve çok samimi bir şekilde karşıladı ve misafir odasına aldı:
— Bu ev sizin, dedi. Ben yaşça ağabeyiniz sayılırım, ama konuşmalarımızın, daha çok, bir arkadaş havası içinde geçmesini isterim, diye ekledi. Ama önce bir şeyler yiyelim.
Gençler kahvaltı yaptıklarını söylediler.
— Öyleyse bir şeyler içelim. Çayım hazır. Size kahve yahut meyve suyu da ikram edebilirim, dedi.
Gençler çayı tercih ettiler.
Arif Bey, mutfağa gitti. Muratla Çetin odayı hayretle seyrediyorlardı. Kendilerini bir evde değil, büyük bir kütüphanede hissetmişlerdi. Burası ne oturma odasına benziyordu, ne de misafir odasına.
Murat, hissiyatını, “Arif Bey çok değişik bir insan,” sözleriyle dile getirdi.
Çay faslından sonra, Çetin konuya giriş yaptı.:…
— Arif ağabey, dedi, Murat, okuma meraklısı, kültürlü ve değerli bir arkadaşımdır. Sizinle geçenlerde yaptığımız sohbeti kendisine aktardığımda, oldukça ilgi duydu. “O sohbette bulunmayı çok isterdim,” diye bana bir hayli sitem etti. Ben de kendisini sizinle tanıştırmaya söz verdim. Ziyaretimizin sebebi öncelikle tanışmak.
Bununla birlikte, “Muratın size bir takım soruları da olacak,” diyerek sözü Murata bıraktı.
Murat teşekkürlerini kısaca ifade ettikten sonra:
— Geçenlerde yaptığımız bir tartışmadan söz etmek isterim, diyerek konuya girdi: Adamın, dedi, ne dinle ilgisi var, ne kitapla. Ama nereden duymuşsa duymuş, bir âyet meâliyle çıktı karşıma. Kur’anda, “Allah, hidayeti dilediğine verir,” buyuruluyormuş. O halde, yanlış yola giden insanların hidayetten nasipleri yok demekmiş. Öyleyse nasıl olur da âhirette sorumlu tutulabilirlermiş.
Kendisine bir şeyler söyledimse de ikna olmadı. Çünkü öncelikle, ikna olmaya niyeti yoktu. Sorusunu, öğrenmek için değil kafa karıştırmak için soruyordu.
Üzüntüyle dolu bir derin nefes aldı:
— Gerçi, dedi, ben de pek doyurucu şeyler söyleyememiştim doğrusu.
Biraz durakladı:
— Her ne kadar sarsılmadımsa da, bu sorunun gerçek cevabını, en iyi şekilde öğrenmeye karar verdim, dedi. Henüz işin başındayım. Bu görüşmemizi benim için bir mutluluk, bir fırsat ve kaderin bir cilvesi olarak kabul ediyorum. Bu konuda beni aydınlatırsanız memnun kalırım.
Arif Bey, her zamanki gibi candan bir üslûpla başladı konuşmasına:
— Gerçekten de, dedi, kaderin çok ince sırları var. İnsan idrakinin bunları kavraması imkânsız. Ben de bir ay önce hidayet konusunda uzun bir araştırma yaptım ve elde ettiğim bilgileri fişledim. Makalemi yazıya dökmeme fırsat kalmadan burada sizinle karşılaştık ve bana böyle bir soru tevcih ettiniz. Bu da kaderin ayrı bir cilvesi.
Hayretini paylaşmak istercesine, bakışlarını gençlerin gözlerinde gezdirdi. Sonra:
— Kader, adalet ve hidayet konularında çokça soruya muhatap olmuşumdur. Bir defasında bir grup genç daireye geldiler. Kader konusunda kendilerine sorulan, kafa karıştırıcı, bir takım soruları bana aktardılar.
Bir an için, soruları bir tarafa bırakıp iç âlemimde bir durum tahlili yaptım:
— Ne tuhaf bir tablo, dedim, kendi kendime. Bazı çevreler şu gençlerin zihinlerini bulandırmak, fikirlerini çelmek için uygun bir zemin aramışlar, sözü dolaştırıp kader bahsine getirmişler, bütün bunları iradeleri ile bir plân dahilinde sinsice gerçekleştirmişler ve sonunda, utanmadan ve sıkılmadan, insan iradesini inkâra kalkışmış, günah ve isyanlarda insanın bir suçu olmadığını iddiaya cüret edebilmişlerdi.
Bu düşüncelerimi gençlere de aktardım:
— Ben, kendi dediğine kendisi dahi inanmayan bu kişileri bir tarafa bırakıp, konuyu bir ilmî atmosferde incelemek isterim, dedim
Daha sonra kader konusunda konuşmaya başladık.
Arif Bey:
— Son sözlerim bu sohbetimiz için de geçerli, diyerek konuya şöyle bir giriş yaptı:
— Önce şu noktanın çok iyice belirlenmesi gerek: İslâm tevhit dinidir. Tevhit, “birlemek”, “bir bilmek” mânâsına geliyor. Allah’ın Zâtı birdir, şeriki yani ortağı ve yardımcısı yoktur. Gerçeği böylece tespit etmeye “tevhid-i zat” deniliyor. Sıfatlar için de tevhit söz konusu. Şöyle ki:
Allah’ın zatında olduğu gibi sıfatlarında da şeriki yoktur. Bütün sıfatları kadimdir, yani hiçbirinin evveli yoktur. Aynı şekilde bütün sıfatları bâkidir, hiçbirinin sonu yoktur.
Ve yine Allah’ın her sıfatı mutlaktır; başka birisinin sıfatları bu sıfatların icraatını kayıtlayamaz.
Mahlûkatın ise hem evveli vardır, hem ahiri ve bütün sıfatları kayıtlıdır. Mahlûkun, sıfatları da mahlûk oldukları için, bunlar İlâhî sıfatlara ortak olamazlar. Buna da “tevhid-i sıfat” diyoruz.
Bununla birlikte, bu dünyada İlâhî fiillerin büyük kısmı, sebepler eliyle icra ediliyor. Sebepleri inkâr etmek imkânsız; ama onlara tesir vermeyi de İslâm’ın tevhit inancı kabul etmiyor.
Bir kaç saniye sustu:
— İsterseniz bir misâl vereyim, dedi. Meselâ, rızkımıza toprak sebep kılınmış. Fakat, şuuru, iradesi ve kudreti olmayan, açlık nedir, mide nedir bilmeyen toprak, rızıkların yaratılışında bir sebep olarak istimâl ediliyor. Rızkımız onun eliyle bize takdim ediliyor.
Ve tok bir sesle:
— Ama, dedi, biz rızkımızı topraktan değil Rahman ve Rezzak olan Rabbimizden biliyoruz. Toprak onun bir tezgâhı ve icraatının bir perdesi.
Bütün İlâhî isimler böyle değerlendirilecek ve hepsinin bütün tecellileri Allah’tan bilinecektir. “Ondan başka İlâh yoktur,” diyen bir mümin, gerçeği böylece tespit etmek mecburiyetinde. İmanı ona bunu emrediyor.
Arif Bey, soran gözlerle gençlere baktı:
— Bunları niçin anlattım? diye sordu. Ve şöyle sürdürdü konuşmasını:
Tevhit inancının bir gereği de “bütün hayırları Allah’tan bilmek.” Hidayet de en büyük bir hayır olduğuna göre, o da ancak bütün kalpleri yaratan, onlara iman, marifet ve muhabbet kabiliyeti yerleştiren, bu kabiliyetin inkişafı için de kitaplar indiren, peygamberler gönderen Allah’tan bilinecek ve Ondan beklenecektir.
Murat, konuşulanları emer gibi dinliyordu. Bir harf olsun kaçırmadığı belliydi.
Devam etti Arif Bey:
— Bildiğiniz gibi, Allah’ın bir ismi de Hâdi, yani hidayet edici, hidayete erdirici.
Rızıklara toprağı, ışığa güneşi, meyveye ağacı ve çocuğa ebeveyni vesile kılan Allah, hidayete de, peygamberleri, mürşitleri, âlimleri sebep kılmış.
Bu kutlu zevat, hidayete erdirme bakımından da Allah’ın ortağı olmadığını çok iyi bilirler.
Hakkı tebliğ etme, gerçeği anlatma vazifesini büyük bir hassasiyetle yerine getirirler. Sonra, sözlerinin kalplerde yer etmesi, yeşermesi, meyve vermesi için hidayeti Allah’tan beklerler; Ona yalvarır ve Ona sığınırlar.
“Peygamberler üzerine tebliğden başka (bir vazife) yoktur,” meâlinde birçok âyet-i kerime var. Hepsinde peygamberlerin hidayete birer sebep oldukları, ama Hâdi’nin, yani hidayete erdiricinin, ancak Allah olduğu ders verilir.