Bir hayvan dünyaya geldiğinde yaratılış gayesine uygun bir hayât sürer ve görev süresi dolduğunda doğduğu günkü makamıyla bu dünyadan ayrılır. Yaşadığı süre içerisinde ne bildiğine bir yeni bilgi ekler, ne yaptığı tesbîhde bir değişme ve gelişme olur.
Hayvâna cüzi irade verilmediğinden, görevini sadece İlâhî ilhamla yapar. Kendisine cüz’i irade verilen insan ise o çok yönlü ve gelişmeye çok müsait istidadını kullanma konusunda serbest bırakılmıştır.
Onun bu iradeyle yapacağı en önemli tercih “iman etmek”tir. İradesini inançsız olmakta değil, iman etmekte kullanan insan hakikî insan olma şerefine erer ve bir ömür boyu terakki ederek yeni şeyler öğrenir, ibâdetlerini artırır, ahlâkını daha da güzelleştirir. Ve terakki yolculuğuna son nefesine kadar devam eder.
Hayvânın kendi hakkındaki bilgisi de çok sınırlıdır. Sadece var olduğunun şuûrundadır, rızkını tanır ve düşmanını hisseder. Ama, ne yediği gıdânın midesine gittiğini bilir, ne de emdiği havânın ciğerlerinde dolaştığını…
Onun bütün bu bilgi noksanlıklarına rağmen hayâtını güzelce geçirmesi gösteriyor ki, insandaki ilim sadece dünyâ hayâtı için verilmemiştir. O ilmin çok daha büyük bir gayesi vardır. Bu bilgiler onun marifetini artıracak, kendisini ve çevresindeki eşyayı İlâhî birer sanat eseri ve yine birer İlâhî ihsân olarak değerlendirmesini sağlayacak, böylece mânen sürekli olarak ilerleyecektir.