Yine bir gün bir dergide ilginç bir başlığa gözü takıldı:
“Alçalıştan kurtuluş.”
Merak etti ve okumaya başladı. Yazıda, insanı alçaltan kötü huylar ve onu yücelten değerler anlatılıyordu. Yazının bir yerinde şu ayet mealine yer verilmişti:
Namaz insanı fuhşiyattan ve her türlü kötülükten ve günahtan uzaklaştırıyordu. Ayetin devamında namazın en büyük bir zikir olduğu, yani Allah’ı hatırlamanın en mükemmel yolunun namaz olduğu ders veriliyordu.
“Demek ki,” dedi dendi kendine, “Allah’ı hatırlamak insanı her türlü ahlâksızlıktan ve günahtan men ediyor.”
Böylece toplumu saran ve sarsan büyük bir hastalığın da kaynağını yakalamış oluyordu:
“Allah’ın kulu olduğunu bilmeden ve Onu anmadan yaşamak.”
Bir süre bu düşünceler zihnini kapladı ve onu hep namaz üzerinde düşündürdü.
Bir gün, yine çalışma odasına kapanıp Salim beyin verdiği kitapları okurken bir başka ayet meali dikkatini çekti:
“İyi biliniz ki, Kalpler ancak Allah’ın zikriyle tatmin olur (huzur bulur). (Ra’d Suresi, 28)
Allah’ı hatırlamanın en ileri düzeyi namaz olduğuna göre bu ayeti, “Kalpler ancak namaz kılmakla tatmin olur” şeklinde de anlamak mümkündü.
Sefahatin gerçek sebebini şimdi daha iyi anlamıştı. Ahlâksızlar, iman ve ibadetle tatmin etmedikleri kalplerini eğlencelerle, sefahatle, zevk ve safa ile doyurmaya çalışıyorlardı. Ancak, her insan dünya zevklerini yeterince tadacak imkânlara sahip değildi. Ve yine bütün insanlar ihtiyarlıyor, hastalanıyor ve ölüyorlardı. Onları gençliklerinde oyalayan bu zevkler, hastalık ve ihtiyarlıkta bir işe yaramıyordu. Kalp ise bu dönemlerde teselliye, tatmine, huzur ve güvene daha çok ihtiyaç duyuyordu. Öyleyse eğlence ve sefahat sürekli bir çare değil, bir oyalanma, gerçeklere göz kapama ve kendini aldatma idi.”
Yoğun düşüncelerle yorulan başını masanın üzerine koydu. Gözlerini, hafifçe kapadı. Biraz dinlenmek istiyordu, ancak bu gibi düşüncelerden zevk almaya da başlamıştı.
Seviyordu bu yeni hayatını. Sevgi ise yorulmak bilmezdi, insan sevdikçe açlığı artardı. Şimdi, düşünmeyi seviyor, ilmi seviyor ve namazı seviyordu. Artık manevi gıdasını bulmuştu, yedikçe acıkıyor, acıktıkça yiyordu.
Bu yolun sonu yoktu. Doyma olayı ancak maddî gıdalar için söz konusuydu, mana alemi bir başka alemdi; orada doymak değil, her an biraz daha acıkmak söz konusuydu.
Başını kaldırdı. Lavaboya gidip yüzüne bir su vurdu ve dönüp tekrar masasına oturdu. Az okuyor, fakat çok düşünüyordu.
Aklı, son okuduğu ayete takılmıştı. Kalpleri tatmin olmayan insanları ‘aç ve susuz kalmış zavallılar’ olarak görmeye başlamıştı. İşin zor tarafı, bu kişiler hayatlarından memnundular ve onlardan rahatsız olanlar kişilerin kalplerinde ise onlara şefkat değil, aksine onlardan nefret hakim oluyordu.
Enteresan! diye söylendi: Ekmeği olmayana acıyor, ahlak yoksuluna ise düşmanlık ediyoruz. Halbuki bu ikinciler çok daha acınacak haldeler.
Az önceki düşüncesine tekrar döndü:
“İşin zor tarafı,” dedi, “onlar açlıklarını bilmiyor, tam aksine toklara acıyorlar: “ Zavallılar bu zevklerden yoksun yaşıyorlar.” diyorlar.
Başını silkeledi:
“Çok karmaşık bir denklem… Çözümü oldukça zor…” dedi kendi kendine.
“Dünyanın en ağır yükünü peygamberler üslenmişler.” diye geçti içinden. “Belaların en büyüğünün peygamberlere gelmesinin önemli bir yönü de bu olsa gerek.”
Birden, beklenmedik bir çağrışımla, akıl hastaları ve onları tedavi etmek isteyen hekimler canlandı gözünün önünde:
Akıl hastası kendini en akıllı biliyor ve doktorunu hasta sanıyordu. Tedaviye de kendi isteğiyle gelmemiş, zorla getirilmişti.
“Gerçekten de ruh hastalarının tedavisi çok zor ve hekimlerin işi de bir o kadar çetin.” diye düşündü.
İnançsızlık da bir çeşit kalp hastalığıydı. Bu kalp, maneviydi. Akıl hastalarına benzer bir durun da bunlar için söz konusuydu. Onlar da yanlış inançlarını, bozuk hayat anlayışlarını en doğru biliyor ve kurtulmayı düşünmüyorlardı.
Ezan sesleriyle sıyrıldı bu düşüncelerden. Ceketini giydi ve evden ayrıldı.
Yol boyunca sıralanmış kahvehanelerde, boğucu duman içinde oyun oynayanlara birer nazar fırlatarak devam etti yoluna.
“Bunların hepsine acımak ve bunların hepsine el atmak gerekiyor,” dedi kendi kendine.
Birden irkildi:
“Dün ben de bunlardan biriydim. “Salim bey benim kurtuluşuma vesile oldu…”dedi.
“Ben de bir şeyler yapmalıyım… Özellikle, Önder ve Güngör için.”
Caminin kapısındaydı.
Bu düşüncelerle içeri girdi.
Namazını kıldı. Bütün gönlüyle istediği, fakat güç yetiremeyeceğinden korktuğu bu güzel maksadına erişebilmesi için Rabbine, içi kan ağlarcasına, dua etti.
Camiden çıktığında ruh aleminde bir rahatlama hissetmişti.
Sanki, yolun karşı tarafından Önder ve Güngör ona bakıyor ve ona doğru geliyorlardı.
iman ve ibadetle tatmin etmedikleri kalplerini eğlencelerle, sefahatle, zevk ve safa ile doyurmaya çalışıyorlar,
eğlence ve sefahat ise sürekli bir çare değil, bir oyalanma, gerçeklere göz kapama ve kendini aldatma.
Akıl hastalarına benzer bir durum da bunlar için söz konusu. Onlar da yanlış inançlarını, bozuk hayat anlayışlarını en doğru biliyor ve kurtulmayı düşünmüyorlardı.
Tanıdığım bir münkir var.Kendi zevk almadığı gibi zevk alanları da rol yapıyorlar diye itham ediyor …
Yaradılışımızdan gelen ihtiyaçların farkına varıp nasıl acıkınca mide ağlıyor acil taam yeyiştiriyoruz ruhun kalbin açlığı için de acil Kur’an dan süzülen nimetler yetiştirlmeli .
su gibi akan bir yazı olmuş. maşaallah . namaz insanı gerçekten insan yapıyor. imandan sonra en yüksek hakikkatin namaz olması Allah ın birliğine tekliğine ve onun kulu olduğuna iman etmiş olsn insanın ancak o şuurda kalıp hareket etmesinin namazla
olacağını anlatan ahlak sorununun hallinininde ancak namaz ile mümkün olduğunu gösteren akıcı bir yazı çok teşekkürler.