Kesafet ve Letâfet

214İ’lem Eyyühel-Aziz! Maddî olan bir şey, kesafeti ne kadar fazla olursa o  nisbette ince ve gizli şeyleri göremez ve onları idraktan kasırdır. Fakat nur ve nuranî şeyler, ne kadar nuraniyette terakki ederse, o nisbette ince ve gizli şeylere nüfuzu tam ve keskin olur. Ve keza ne kadar latif olursa, o derecede maddîyatın içlerini keşfeder (Röntgen şuaı gibi). Mümkinatta mes’ele bu merkezde ise; Vâcib, Vâhid olan Nur-ul Envar ne derece نَافِذ  الّخَفَايَا عَالِمٌ بِاّلاَسْرَارِ olacağı, bir derece anlaşıldı. Öyle ise azameti, tam manasıyla ihata, nüfuz, şümulü iktiza ve istilzam eder.

Açıklama:

“Maddî olan bir şey, kesafeti ne kadar fazla olursa o nisbette ince ve gizli şeyleri göremez ve onları idraktan kasırdır.”               

Güneş ışığı, hava ve beden arasında bir karşılaştırma yapalım: Bunların her üçü de maddî olmakla birlikte kesafet yani katılık noktasında farklılık gösteriyorlar. Işık gözümüzün içine girdiği halde, hava ancak ciğerlerimizde dolaşabiliyor, bedenin bir organı olan elimiz ise ağzımızın bir bölgesine kadar gidebiliyor, daha ileri gittiğinde midemiz bulanıyor ve elimizi çekiyoruz.

“Fakat nur ve nuranî şeyler, ne kadar nuraniyette terakki ederse, o nisbette ince ve gizli şeylere nüfuzu tam ve keskin olur. Ve keza ne kadar latif olursa, o derecede maddîyatın içlerini keşfeder (Röntgen şuaı gibi).”      

“Nur ve nuraniyetli şeyler” ise nuraniyetleri nisbetinde ince ve gizli şeylere nüfuz edebiliyorlar.

Meselâ, ilim nurdur, cehalet zulmetini dağıtır. İnsanın eli bedenin sadece dış yüzünde dolaşırken,  onun ilmi bedenin bütün iç organlarını dolaşır, hepsinin özelliklerini araştırır ve bilir.

Röntgen şuaı da latif olduğu için bedenin içini keşfedebilir.

Melekler, nuraniyette daha ileri oldukları için, biz onları görmediğimiz halde onlar bizi ve içimizi bilirler. Organlarımızın muntazam bir fabrika gibi çalışmasını hayretle tefekkür eder ve onların ibadetlerini temsil ederler.

 “Mümkinatta mes’ele bu Merkezde ise; Vâcib, Vâhid olan Nur-ul Envar ne derece نَافِذ  الّخَفَايَا عَالِمٌ بِاّلاَسْرَارِ olacağı, bir derece anlaşıldı. ”

Mümkinat âleminde durum böyle olursa, yani kesafetten uzaklaşıp nuraniyet ve letafet kazandıkça gizli şeylere nüfuz etme imkânı artarsa, göz nurunu da, ilim nurunu da, iman nurunu da yaratan ve melekleri nurdan halk eden, bir ismi Nur ve bütün isimleri ve sıfatları nuranî olan Cenâb-ı Hak, elbette her şeyin her şeyini bilir. Hiçbir şey O’ndan gizlenemez. O hem Evvel, hem Ahir, hem Zahir,  hem Batın’dır. Kalpleri yaratan O olduğu gibi, o kalplere hidayet ihsan eden de O’dur. Akılları yaratan O olduğu gibi, düşünceleri de O yaratır.

Yaratan bilmez olur mu? O, Latîf’tir (en gizli şeyleri bilir-çok lütuf sahibidir) , Habîr’dir (her şeyden haberdardır).”    Mülk Sûresi, 14

O gizli ve açık her şeyi bilir. “Kandaki küreyvat, kalbdeki hatırat ondan gizlenmez” (Sözler, Otuzuncu Söz), Zira maddî kalbi ve onda cevelan eden kanı O yarattığı gibi, manevî kalbi ve ondaki hatıraları da yine O yaratmıştır.

“O Nur-ül Envar, Vacib ve Vahid’dir.”  Vacip olan elbette bütün mümkinleri bilir, zira onları yoklukta bırakmayıp varlık sahasına çıkaran O’dur. O Vahid’dir. Her şeyi bilen ancak O’dur. Mahluklar, O’nun bildirdiği şeyleri bilebilirler. Gözü, görmesini ve gördüğü eşyayı O yarattığı gibi, aklı, anlamayı ve anlaşılan şeyleri de yine O yaratmıştır.

Elbette, O, “hafi olan bütün  şeylere nüfuz eder ve bütün sırları bilir.”

“Öyle ise azameti, tam manasıyla ihata, nüfuz, şümulü iktiza ve istilzam eder.”

 

Öyle ise O’nun sonsuz ilmi gibi, sonsuz kudreti ve mutlak iradesi de her şeyi ihata etmiştir. Her şeyde bizzat O tasarruf eder.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.