Nur Külliyatından çok önemli bir hakikat dersi:
“Şu kâinattan maksad-ı âlâ, tezahür-ü Rububiyete karşı, ubudiyet-i küllîye-i insaniyedir.” (Sözler)
Tezahür-ü rububiyet, Allah’ın terbiye ediciliğini göstererek Rab ismini tecelli ettirmesi, terbiye ettiği mahluklarını başka varlıkların da temaşasına ve tefekkürüne açması demektir. Bu terbiye öncelikle kâinatta kendini göstermiştir. Yani, önce bu kâinat insan meyvesi verecek şekilde terbiye görmüş de sonra insan o kâinata muhatab olacak ve ondan istifade edip onu temaşa edecek bir fıtratta yaratılmıştır.
İnsan ruhu ve kalbi, Allah’a kulluk görevini yerine getirme konusunda öncelikle bedene, sonra onu kuşatan bütün bir kâinata ihtiyaç duyar. Bunların her ikisini de Allah terbiye etmiştir.
Sadece bir örnek verelim:
Allah’ı Rezzak olarak tanımak ve onun ihsanlarına şükürle mukabele etmek için rızıkların yaratılması ve ondan faydalanmaya uygun bir bedenin bulunması gerekir. Bu ise yerlerle göklerin ortak çalışmalarıyla gerçekleşir. Bu ortak çalışmaya iştirak eden her varlık Allah’ın terbiyesinden geçmiş de o hali almıştır. Güneşi O terbiye ettiği gibi, gözü de O terbiye etmiştir.
O halde, insan öncelikle Allah’ın o küllî rububiyetiyle, birbirinden farklı bu kadar mahluku en mükemmel şekilde nasıl terbiye ettiğini hayretle düşünecek, daha sonra bu küllî rububiyete küllî bir ubudiyetle mukabele etmeye çalışacaktır.
Göz ve ona ışık veren güneş, ciğer ve hava, ayaklar ve yürüdüğü zemin ve daha böyle nice haricî ve dahilî nimetler hep Allah’ın terbiye etmesiyle ortaya çıkmışlardır.
İşte bütün bu terbiye fiillerini küllî bir nazarla değerlendiren insan, bunların her birine karşı ona uygun bir mukabelede bulunur. Bir kısmına hayran olur, bir kısmına hayret eder, bir kısmına şükreder.
İşte bu görevlerin tümü “ubudiyet-i külliye” terkibinde ifadesini bulur.
Allah, güneşi ışık verecek ve görmeye yardımcı olacak şekilde yaratmış da sonra gözleri yaratmıştır.
Ve insan, bu harika tabloyu aklıyla, kalbiyle, vicdanıyla iyi değerlendirmekle “ubudiyet” görevini yerine getirmeye çalışmıştır.
Ubudiyet, kulluk demektir ve manası ibadetten daha geniş, daha şümullüdür. Yani, ubudiyet insanın bir kul olarak yapması gereken her şeyi içine alır. Bunların yapılması da bir nevi ibadettir. Ancak, ibadet denilince, öncelikle, namaz kılmak, zekât vermek, oruç tutmak gibi Allah’ın emrettiği görevleri yerine getirmek akla gelir.
Rububiyete karşı küllî ubudiyetle mukabeleyi birkaç örnekle açıklamaya çalışalım:
Semayı yıldızlarla süslemek, o büyük kütleleri gayet muntazam olarak çalıştırmak, semayı direksiz durdurmak Rububiyetin haşmetli bir tecellisidir. Buna karşı insanın ubudiyet görevi, bu muhteşem tabloyu hayretle tefekkür etmektir.
Rububiyetin bir başka tecellisi, suyu, toprağı ve diğer unsurları bir araya getirerek onlardan bir meyve ağacı yapmak ve o ağacı meyve verecek şekilde planlamak, şifrelemek, terbiye etmektir. Buna karşı insanın ubudiyet görevi ise, o şuursuz, ilimsiz ağaçlardan süzülen meyveleri tefekkürle yemek ve Allah’a şükür ve hamd etmektir.
Üstat Hazretleri hastalıklar ve musibetler için “rububiyet-i İlâhîyenin icraatından olan…” ifadesini kullanır. İnsan ruhu gıdalarla beslendiği gibi insan ruhu da başta iman, ibadet, tefekkür olmak üzere birçok manevî gıdalarla kemalini bulur. İnsan ruhunun kemaline hizmet eden bir başka unsur da hastalıklar ve musibetlerdir. İnsan bunları sabır ve rıza ile karşılamakla manen terakki eder ve kemale erer.
Burada büyük müfessir Elmalılı Hamdi Efendinin şu güzel sözünü de hatırlayalım:
“İbadet Allah’ın razı olduğunu yapmak, ubudiyet Allah’ın yaptığına razı olmaktır.”
***
Kısacası, hikmetle yaratmak rububiyet, bu hikmet ve faydaları düşünmek ubudiyettir. Rahmetle yaratmak rububiyet, bu rahmete şükür ve minnettarlıkla mukabele etmek ubudiyettir. Hastalıkları ve ölümü takdir etmek rububiyet, bunlara karşı sabır ve rıza ile mukabele etmek ubudiyettir.
Allah’ın izzet tecellilerine karşı zilletini, rahmet tecellilerine karşı da fakrını ve ihtiyacını idrak etmek de ubudiyettir.
Kalbini imana, aklını hikmete yönlendiren bir ruh, bu en büyük iki latifesini ubudiyete sevk etmiş demektir.
Allah’ın sevdiği kulları ve razı olduğu işleri seven bir mümin, sevgi hissini ubudiyet çizgisinde kullanıyor demektir.
Günahlarla karşılaştığında, Rabbinin razı olmadığı bir işi yapıyor olma endişesini taşıyan bir ruh, korku ve endişe hislerini ubudiyet üzere kullanmaktadır.
Günahkârlara acıyan ve onların ıslah olmalarını candan arzu eden bir insanda “şefkat” duygusu, ubudiyet çizgisinde demektir.
Örnekler çoğaltılabilir.
İşte kâinatın yaratılmasındaki en üstün maksat insanın bu gibi kulluk görevleridir. Her varlık Allah’ın kendisine verdiği görevleri yerine getirmekle bir ibadet üzeredir, ancak bunu en ileri bir idrak ve şuur ile yerine getiren mahluk insandır. Onun bu ubudiyeti diğerlerinin çok fevkindedir.
Bu ubudiyet görevleri içinde farzlardan sonra en ileri mertebeyi tefekkür alır. Allah’ın Zâtını düşünmek şirk, eserlerini tefekkür etmek ise en büyük bir nafile ibadettir. İşte burada fenlerin görevi ve önemi kendini gösteriyor. Kâinatı Allah’ın eseri olarak incelemek, ondaki mucize sanatları, hikmet ve rahmet tecellilerini ortaya koymak büyük bir ibadettir.
İnsan kendisine verilen o üstün mahiyetiyle iman ve ibadet görevini yerine getirdiği gibi, kâinattaki ilim ve hikmet tecellilerini incelemek, anlamak, anlatmak ve onlardan istifadeyi sağlamak noktasında da büyük bir vazife yapmaktadır.
Bu istifadenin bir yönü dünyada daha rahat yaşamak, kâinattaki nimetlerden daha fazla faydalanmaktır. İnsanları şükre sevk etmesi şartıyla bu yöndeki çalışmalar da bir nevi ibadettir ve bir nevi sadakadır. Ancak, fenlerin ortaya koyduğu gerçekleri aklın hayretle tefekkür etmesi ve kalbin hayran olması çok daha önemlidir. Zira, bu ikinci meyveler bedenin değil, ruhun gıdalarıdır ve onun ebedî saadetine yardım ederler.
harika bir makale olmuş. Çözemediğim uluhiyet ve rubiyet konuları tam olarak aklıma yattı.
Teşekkürler.