Desinler Hastalığı

TEVECCÜH-Ü NÂS: İnsanların medih ve senaları, yönelmeleri, takdirleri, beğenmeleri.”

Teveccüh-ü nâs istenilmez, belki verilir. Verilse de onunla hoşlanılmaz. Hoşlansa ihlası kaybeder, riyaya girer.” Lema’lar

Teveccüh-ü nâs, kulların sevgisine, alkışına, takdirine kapılıp, dünyaya geliş gayesinden sapma hastalığı…

Teveccüh-ü nâs, kendi gibi zavallı bir başka insandan medet bekleme gafleti…

Teveccüh-ü nâs, riyanın davetçisi, rızaya giden yolun en büyük engeli.

Riya, rüyetten geliyor. Yaptığı iyilikleri olabildiğince çok insanın görmesini istemek, gösteriş yapmak, başkaları beğensinler diye bir takım yapmacık hareketlerde bulunmak.

Bir asır sonra gelecek insanları düşünelim. Henüz yokluk karanlıklarında bulunan, kim olduklarını bilmediğimiz bu dünya misafirleri, kader ile tayin edilen vakitleri geldiğinde bir İlâhî lütuf olarak hayat nimetine kavuşacaklar ve yer küresine ayak basacaklar. Yolculuklarının ilk durağı olan ana rahminde dokuz ay terbiye görecek ve bu kâinattaki sonsuz nimet ve ihsanlardan en güzel şekilde istifade etmeleri için nelere muhtaçlarsa onlarla donatılacaklar. Derken yeryüzüne annelerinin kucağında ayak basacak, o şefkatli sineden asılan lâtif sütü, kana kana içecekler.

Derken, büyüyecek, genç olacaklar. Bir iş tutacak, toplum hayatına karışacaklar.

Ve bunlardan büyük bir kısmı, kalabalıklara kapılıp kendilerini unutacaklar; kul olduklarını, misafir olduklarını, yolcu olduklarını hatırlamayacaklar bile. Ve başka rahimlerde beslenmiş ve kendileri gibi âciz, kendileri kadar fâni olan diğer insanların sevgisini kazanmaya can atacaklar.

Toplumun esiri olacak, onların ayıplamasını günahtan önde tutacak, onların beğenmesini rızaya tercih edecekler.

Yolculuğun kabirden sonraki safhalarını düşünmeyecekler. Herkesin kendi derdini tek olarak çektiği kabir âlemini, kimsenin kimseye dönüp bakamayacağı mahşer meydanını ve Allah’ın izni olmadan kimsenin şefaat edemeyeceği hesap gününü hatırlamayacaklar bile. Bütün bu safhalarda “desinler”in yahut “demesinler”in beş para etmediğini akıllarına getirmeyecek, his dünyalarından uzak tutacaklar.

İşte kendini unutan ve ebediyet yurdunun azap diyarına doğru âdeta koşar adımlarla giden bu kalabalıkların karşısına peygamberler çıkıyorlar, âlimler, arifler çıkıyorlar ve onlara yanlış yolda olduklarını, bütün gayret ve himmetleriyle anlatıyor ve onları hidayete doğru yönlendirmeye çalışıyorlar.

Kur’an-ı Kerim’de, kavimlerine tebliğ görevi yapan peygamberlerin dilinden dökülen şu hikmetli cümleye birkaç kez yer verilir: “Benim ecrim sadece Allah’a aittir.” Yani, ben sizleri hidayete davet ederken Allah’ın rızasını gözetiyorum ve ücretimi ancak ondan bekliyorum. Ben Allah’ın kulu ve resulüyüm. Kul olduğum için O’na kullukta azami hassasiyet gösteririm, resul olduğum için de Hakk’ın kullarına hakikati tebliğ ederim. Onlar beni dinlemeseler “resuller üzerine, tebliğden başkası yoktur” fermanına yönelir, hidayetin ancak Allah’tan olduğunun idraki içinde gönlümü hoş tutarım. Kulların benden yüz çevirmelerine aldırmam; zira ben kalbimi ancak Allah’a çevirmişimdir. Ben, O’nun rahmetini temsil ederim; benden yüz çevirenler azaba yönelmiş olurlar.

Allah, mü’minlerden nefislerini ve mallarını Cennet mukabili satın aldı” âyet-i kerimesi insanlık âleminin nazarını Cennete çevirmiş ve o lütuf beldesinin ancak mü’minler için hazırlandığını haber vermiştir. Mü’min olan insan, Cennet mukabili satın alınmıştır. O halde, geliniz başkalarının teveccühüne can atan nefsimizin kulağına bir fısıltı halinde şunu soralım:

İnsanların kendi yaptıkları bir başka cennetleri mi var? O cennet daha mı güzel, daha mı muhteşem? Mahlûka satılmak en azından ayıp değil mi?

Doğum kanunu kimin elinde ise, bizi bu dünyaya O getirdi ve ölüm kanunuyla da bizi ukbâya o göçürecek. Bu kısa dünya yolculuğunda yolcularla oyalanmak, onların takdirlerini kazanmak bize ne fayda verebilir!?..

Sırayla ayrılacağız bu dünyadan ve geride bıraktıklarımız bizi kısa bir süre sonra unutacaklar. Tarihe bu gözle bakabilsek ne kadar ibret sahneleri görürüz! Nerede bir asır öncesinin alkış toplayanları ve onları alkışlayanlar? Nerede o hükümdarlar ve onlar için kasideler yazan, övgüler yağdıran şairler? Nerede o büyük zenginler ve onların eline bakan fakirler?

Bir asır sonra da biz mâzi olacağız ve bir sonraki nesil aynı soruları kendi asırlarının insanlarına soracaklar. Ve derken bir gün, her nefis gibi dünya da ölümü tadacak. Arkasından mahşer ve hesap meydanı. Kişinin en sevdiğinin bile yüzüne bakamadığı o dehşetli meydanda kimden medet beklenilecekse, bugün O’nun dergâhına sığınmak gerek.

Şu var ki, “Allah için sevmek” gibi, “Allah için sevilmek” de meşru ve güzel. İsteriz ki, Allah’ın mü’min kulları bizi sevsinler, O’nun has bendeleri bize yâr olsunlar. O’nun katında şefaati makbûl olanlar bize teveccüh etsinler.

Bu arzu nefsanî değil rahmanîdir.

Toplum hayatı sürecek bir istidat üzere yaratılan insanların, imanlı ve temiz bir toplum meydana getirmeleri ve bu temiz toplumun temiz insanlarının birbirini sevmeleri ne kadar güzeldir! 

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.