“Cenâb-ı Hak, herşeye herşeyden daha yakındır. Fakat, herşey O’ndan nihayetsiz uzaktır.” Sözler
Mekândan münezzeh olan Allah, mekânın her köşesindeki mahlûkatına onların nefislerinden daha yakın…
Mekânda yer tutanlar, birbirlerine göre yakında veya uzakta bulunurlar.
Ve hepsi mekândan münezzehiyetten son derece uzak…
Zamandan münezzeh olan Allah, zaman nehrinde akıttığı her bir varlığa onun nefsinden daha yakın. Ama zamanla kayıtlı olanlar, birbirlerine göre, önceki yahut sonraki devirlerde bulunuyorlar…
Ve hepsi zamandan münezzeh olmaktan son derecede uzak…
Uzak, yakın, geçmiş, gelecek gibi ifadeler zaman ve mekânla ilgili. Ve bunlarda nisbiyet hâkim. Yâni, bunlar birbirlerine göre yakında ve uzakta ve yine birbirlerine nisbeten mâzi ve müstakbeldedirler.
Kur’an’ın terbiyesinden geçen bir akıl şöyle düşünür:
Madem ki bu kâinat, her harfi nice mânâlarla dolu bir kitap… Onu yazan Zâtı, yarattığı bu varlıklara benzemez olarak tanımalıyım.
Madem her mekân yerli yerine konulmuş, bu nizamı kuran ve eşyayı o mekânlarda hikmetle yerleştiren Zâtı, mekândan münezzeh bilmeliyim.
Madem her zamanda yeni yeni varlıklar vücuda geliyor, onların mûcidinin zamandan münezzeh olduğuna inanmalıyım.
Allah’ın, mahlûkatına yakınlığı ve mahlûkatın ondan uzaklığı zaman ve mekân ölçüleriyle izah edilemez.
Bir misal:
Siz okuduğunuz kitaba ondan daha yakınsınızdır; o kendisinde nelerin yazıldığını bilmez, siz bilirsiniz… Ve kitap sizden çok çok uzaktır, sizi anlamanın, tanımanın, seyretmenin çok gerilerindedir.
Kitabın ilk sayfasındaki bir kelime ikinci sayfadakine yakındır, onuncu sayfadakine uzak. Ama onları yazan ve bilen müellif, bunların hepsine aynı derecede, aynı seviyede ve aynı ölçüde yakındır. Hepsi, yazıldığı zamanıyla ve yer aldığı sayfasıyla, mekânıyla onun ilminde birlikte bulunurlar.
….
Yakınlık ve uzaklığın bir başka cihetini bize ders veren bir Hadis-i Kudsî:
“Kulum bana nafilelerle yaklaşır…”
Yakınlaşmanın mânevî olduğunu, kalbî ve ruhî olduğunu bu kudsî hadis ders veriyor bize… Nafile; farz ve vacipleri işledikten sonra kulun Rabbine daha fazla yakınlaşmak, kalbini ulvî feyizlere daha ziyade açmak ve ömrünü rıza yolunda daha verimli harcamak niyetiyle yaptığı ibadetler, tefekkürler, ilticalar, şükürler…
Böyle bir kul, mârifet, muhabbet ve mehafet sahalarında her geçen gün biraz daha mesafe kateder… Katettiği bu mesafeler de mânevîdir, Rabbine yaklaşması da…
İlmine hayal erişmez bir büyük âlim düşünelim. Bu zâtın talebelerinin hepsi aynı mekânda bulunsunlar ve sıra ile ondan ders alsınlar. İlme henüz başlamış bir talebe, onun huzurunda oturup dersini aldığı zaman, o yakınlık içinde bir uzaklık vardır. Çünkü o genç adam, o büyük imamı, o dâhi âlimi anlamanın çok ötelerindedir. İlmi ilerledikçe hocasına daha çok yaklaşacak ve ona olan hürmeti, takdiri, hayreti gittikçe artacaktır…
Tahsilinin her safhasında, hocası o talebeye yakındır, onu yetiştirmekte, ilerletmektedir… Burada uzaklık hoca için değil, talebe için söz konusudur.
Kâmil bir velîye mürid olmuş âmi ve noksan bir insan da öyledir… Mânen terakki ettikçe onun ruh dünyasından, gönül âleminden daha fazla istifade edecektir. O büyük velî ise, o müridini mânevî terakkisinin her basamağında takip etmekle ona daima yakındır. Uzaklık mürşid için değil, mürid içindir.
Misallerden hakikate geçelim:
Allah, kulunun madde ve mânâ âlemini daima terbiye etmekle, o kuluna onun nefsinden daha yakındır. Kul ise, evveli ve âhiri olan fâni ve hâdis şahsiyetiyle ve ancak belli sınırlar arasında iş görebilen noksan sıfatlarıyla, ezelî ve ebedî ve bütün sıfatları sonsuz olan Allah’ı hakkıyla anlamaktan çok uzak.
Ve kul, acz ve fakrını idrak ettikçe Rabbine yaklaşacak, kusurunu itiraf ettiği ölçüde Gaffarına yanaşacak, cehlini bildiği ve ilme çalıştığı nisbette Âlim ismine âyine olacak; kısacası, mârifetullahta ilerledikçe kurbiyette (yakınlıkta) de mesafe katedecektir.